TÜBA Üyesi Prof. Yaşargil

TÜBA Üyesi Prof. Yaşargil "Benim içimde çocukluğumdan beri sonsuz bir merak var"

Röportaj: Prof. Dr. Yasin Bulduklu

Fotoğraf: Fatih Akın Özdemir

Günce’nin 69. sayısında Gazi Hoca’nın Türkiye’den İsviçre’ye yolculuğunu anlattığı keyifli röportajını aktarmıştık. Ailesinden, Ankara Atatürk Lisesinden başlayan ve Viyana’ya uzanan yolculuğundan bahsetmiştik. Jena’ya geçişini, tıp tahsiline başlamadan önce hastanede çalışmasını, savaş yıllarında mesleğe ilk adımını atışını ve süreç içinde yaşadıklarını onun keyifli sohbetinden öğrendik. İkinci kısımda onun beyin ustası oluşunu ve mesleki açıdan ilklere imza atışının altında yatanları okuyacaksınız. İçinde hiç azalmayan öğrenme merakına ve “bir musiki aletine benzettiği beynin sadece bir kısmını öğrenebildiğini” söyleyişine şahit olacaksınız. Ben yine söyleşinin finalinde dile getirdiği “keşke daha çok çalışsaydım” ifadesinin beni en çok etkileyen kısım olduğunun altını çiziyor ve keyifli okumalar diliyorum...

“İnsan beyninin yapısı ve işlekleri biricik”

İsviçre tarihi kıymetli, kültürü olan bir bölgeydi. Çok zengin müzeleri bulunuyor. Basel Üniversitesi 15. asırdan bir üniversiteydi. Dekan beni gayet iyi karşıladı defterime baktı ve “Her dersi almışsınız, sizi kabul ederiz ama laboratuvara ilişkin bir belgeniz yok” dedi. Jena’da yeterli derecede mikroskop yoktu, dekan belki gelecek yıla bir mikroskop bulabileceklerini ama o yıl için mümkün olamayacağını söyledi. Bu yüzden ben mikroskop kursuna katılamadım. Dekan, A. Prof. Portmann’ı aradı, o dönemin çok ünlü Zooloji hocasıydı, felsefeye de ilgisi vardı. Evrim teorileri hakkında da çok sayda çalışması vardı. Prof. Porfman, Dekan’a “Benim yanıma gelsin” demiş. Kalktım onun enstitüsüne gittim. Doç. Dr. Mislini’yi çağırdı ve bana kurs vermesini söyledi. Laboratuvara gittik ve mikroskop altında Dr. Mislini bana kurbağanın ağızdan girerek hipofizinden, ufacık bir parça almayı öğretti ve kurbağanın rengi kayboldu. Tabii o zaman 30 sene sonra mikro cerrahi yapacağımı bilmiyorum. Basel’de Anatomi profesörüne gittim, ben beyin cerrahı olmayı düşünüyorum dedim. Bedenin, kolun ve bacağın anatomisini öğrendik ama beyni elimize alıp öğrenemedik. Profesör bu çok enteresan dedi. Yan odadan Dr. J. Klingler’i çağırdı “Bu öğrenci beyni öğrenmek istiyor, sen konunun erbabısın biz de yan odaya geçtik, bana insan beyninin iç yapısını anlatan -ki 100 milyar nöron 100 milyar diğer hücre olduğu tahmin ediliyor- meşhur kitaplarını gösterdi. Üç ay bu hocanın yanında kaldım ve beynin iç yapısını öğrendim. Sanki bir binaymışçasına odaları, salonu, ve bunları birbirine bağlayan merdivenleri, koridorlarını öğrendim. Beynin iç yapısı muazzam. Dr. J. Klingler bana bir parça beyin verirdi, yapmam gerekenleri, araştırmam gereken noktaları söylerdi, 3 yıl beynin yapısıyla çalıştım.

Sömestre tatillerinde hastanelerde çalışdım. İlkin Münsingen Akıl Yurdu’nda asistan oldum. İsviçre’nin en büyük akıl yurdudur. Oraya şu yüzden gittim; Nöroloji profesörü bana “alkoliklerin bazıları deliriyor bunun sebebini doktora tezin için araştır” dedi. Basel’de 25 vaka, Münsingen’de 35 vaka dosyalarını buldum ve araştırdım. Çok alkol beyni bozduğu tahmin ediliyordu. Bunun başka bir sebebi olduğu düşünüldü. Çünkü alkolikler parasız kalıyor, ucuz içkiye geçiyor, aç kalıyor. Akıl hastası da ilk safhada yemek yemiyor. Bu tezi beğendiler, alkolden değil. Aç ve sefil, sokakta kalıyorlar, üşütüp zatürre oluyorlar ve delirium oluyor. Alkolikler delirium olunca ortalıkta beyaz fareler görüyorlardı. Bu benim tezim oldu. Münsingen’de aynı zamanda muhtelif akıl hastalarını gördüm. Ağır hastalar elektroşok alıyordu ya da insülin koması yapılıyordu. Hoca her hastaya belli miktarda ilaç veriyor ve 20-30 hastamızı bu şekilde her gün tedavi ediyorduk. Komanın devamı da 5, 10 dakika şeklinde yazılıyordu. Bize dikkat etmemizi, geri dönemeyeceklerini söylüyorlardı. Acilen damarı bulup şeker vermek gerekiyordu. Hasta aniden komaya girerse damarı bulmak kolay olmuyor, terliyorlar çünkü. Boynundaki damarların şiş olduğunu gördüm, “Buraya iğne atabilir miyim?” diye sordum; “yap” dediler. Ben şekeri beyin damarına verdim. Yazın üç ay orada kaldım.

Tekrar Basel’e döndüm. Başka bir yaz tatilinde bu sefer cerrahiye gittim. Prof. Dr. W. Bandi ile tanıştım. Prof. Dr. W. Bandi, çok esaslı bir hocaydı. Bern’de yetişmiş, Prof. Dr. Theodor Kocher ekolünden bir hocaydı. Her ikisi de çok dikkatli ameliyatlar yaparlardı. Onlardan nasıl acele etmemek gerektiğini, milimetreleri hesaplayarak, dokuya hürmet ederek, sabırla çalışmam gerektiğini öğrendim.

Hocam, Zürih’e geçişiniz hakkında ne söylersiniz?İlk anjioyu burada mı yapmıştınız?

1953’te Zürih’te nöroşürjiye gittim. O dönemde İsviçrede beyin cerrahisi ameliyatları yoktu. 1936’da Prof. Dr. H. Krayenbühl başlamıştı, çok iyi bir ekip kurmuştu. 60 yataklı iki ameliyathanesi olan bir yerdi. Çok disiplinli çalışan bir hoca “Sen anatomi öğrenmişsin. Bu, güzel. Ama damarları öğrendin mi?” diye sordu. “Biz nöroşürjide damarlada uğraşıyoruz, anjiyo yapmamız lazım, beyin damarlarının resmini çekmemiz lazım. Bunu sen yapabilir misin? Biz ameliyatla açıyoruz ve zor oluyor” dedi. Denerim dedim. Boyunda önde iki, arkada iki damar var. Damarları buldum, ilk denememde başardım. Böylelikle transkutan anjio yapmaya başladım. Bu öylesine duyuldu ki Zürich bir nevi merkez oldu. Birkaç bin hastada tek taraflı, çift ve dört taraflı damar anjiyografisi yaptım. Stereo anjiyografisi yaptık, 5 zaviye açı değiştirerek resimleri bir daha yapardık, bir alet ile 3 boyutlu stereo bakardık. Beyin damarlarının ve onların varyasyonları. 1953’ten 1965’e kadar, 12 yıl carotid ve vertebralis anjiyografisiyle uğraştım. Bu konuda 2 kitap yazdım.

Parkinson ameliyatları o zaman mı başlıyor?

1965’te ben Parkinson hastalığında görülen el titremesine karşı cerrahi tedavi başlamıştım. Kafatasında bir delik açılıyor, oradan bir sonda sokuluyor ve belli bir merkeze alkol veriliyordu. Biz Stereo metodunu kullandık. Elektrot koyduk, alkol vermedik, girdiğimiz merkez ufacık bir yerdi. Oraya high frequency electrocoagulation yapardık. (3 mm çapında).

Hiç uygulanmayan bu tekniği uygulamaya nasıl yöneldiniz?

Kardeşim Günay Zürich fizyolojide çalışıyordu. Onun hocası Prof. Oscar Wyss high frequency tekniğiyle çalışıyormuş. O zaman elektrotun ucunda kan olmaz ama temiz çıkar elektrot. Bu metodu da getirdik. Bütün dünyaya bu yayıldı. 1965’te Parkinson hastalarıyla uğraştım ve 800 hastayı ameliyat ettik. Yalnız Parkinson değil, bazı hastalarda irade dışı hareketler ve titremeler oluyor. Onlara yardım etmeye çalıştık kısmen iyi olabildi. Ama parkinsonda tek taraflı iyi edebildik çift taraflı ise olmuyordu. Parkinsonda ilaç tedavisi daha etkili.

İlerleme hiçbir zaman yavaş yavaş bir yokuş çıkar gibi değil, dolambaçlı yollardan oluyor.

Hocam mikrocerrahi konusunda ne söylersiniz?

Zürih’e Stockholm’den Prof. Dr. Ake Senning seçildi, koroner arterlerle uğraşıyordu. Çok güzel ameliyatlar yapsa da bazı hastalar da beyne emboli atıyordu. 17 yaşındaki bir kızın motor merkezinde ufacık bir damar tıkanmıştı. Anjiyografi yaptım, 1 mm arter olduğunu söyledim. “Hemen ameliyata al, senin uzmanlığın burası” dedi. “Hocam damar 1 mm, mikroskop lazım ve elimizde yok. İnce iğne iplik lazım o da yok” dedim. Bana bunu yapmam konusunda ısrar etti. Mikro cerrahiyi öğrenmem gerektiğini de söyledi. Araştırdım, mikro cerrahiyle uğraşan Burlington Vermont’da Prof. Dr. R.M.P Donaghy’i buldum. Ertesi gün New York’tan Burlington’a uçtum. Beni çok güzel karşıladılar, neler yaptıklarını gösterdiler. Orada çalışmaya karar verdim. 14 ay kaldım ve ilk olarak fareler, tavşanlar ve köpeklerde, önce bacaklar, kollar ve beyin damarlarında çalıştık. Bu arada ince iplikler ortaya çıktı. New York’ta Prof. Leonard Malis yeni bir bipolar alet geliştirdi ve onunla milimetrenin yüzde biri kadar alanda çalışılabiliyordu. Bu alet sadece laboratuvarda kullanılıyordu. O zaman ameliyathanelerde narkozda gaz vardı, elektrik birden bire patlayabiliyor. Eşim Dianne hanım ile Zürich hastanesinin teknisyenleri bipolar aleti değiştirdiler ve bu alet ameliyathanede kullanılabilir hale geldi. O olmasaydı mikro cerrahi olmazdı. Ben de bu sayede micro-cerrahiye başladım. Zürich’de Dianne’nın yardımıyla yepyeni bir kaygan mikroskop yaptık. Onu kullandık ve bipolar koagülasyon. Beyin ameliyatlarını artık incecik yarıklardan yapabiliyorduk. Her insanın iki göz bebeği arasındaki mesafe az çok 63 mm. Mikroskopun objektifi içinde ikinci bir objektif var yan yana. İkinci objektifin mesafesi 16 mm. Sonuçta dar bir yarıktan mikro cerrahi ile beyin damarı ameliyatı yapabileceğimizi söyledim. Bazı hastalarda bir değil iki ya da üç beyin ana damarı kapanabiliyor. by-pass yapabiliriz. 1967’de ilk defa iki damarı tıkanmış bir hastanın beynine by-pass yaptım, iyileşti. Sonra 34 hasta daha ameliyat yaptım, baş asistanlar 150 ameliyat yaptılar. Yepyeni bir teknik oldu. Bazen tümör ya da büyük bir anevrizma oluyor, ona bypass yapabiliyoruz ki damarı kapayalım. Hipokampal epilepsi nöbetleri dursun diye bu temporal beyni alınıyordu. Olay hipokampusda temporal beyni neden alıyorsunuz?” 100’ü Zürih’te, 100’ü Amerika’da hipokampektomi ameliyatları yaptım. Çok ince iş, keman çalmak gibi. Herkes çalamaz değil mi? El ve beyin becerisi meselesi. Hipokampektomi hariç beyin ve omurilik tümörlerinide almaya başladık. Bana Amerika’da ve Avrupa’da hep yardım ettiler. Bu desteklerle yeni aletler yaptırdık. Beynin ve omur iliğin içinde ve etrafında tümörler var. Mesela bu odanın içine duvardan değil koridordan giriyoruz. Biz de işte transcisternal giriyoruz, su yolundan. Böylelikle micro-neuro cerrahi başladı. Altı cilt mikro cerrahi hakkında kitap yazdım. İlerleme hiçbir zaman yavaş yavaş bir yokuş çıkar gibi değil, dolambaçlı yollardan oluyor. Bir bakıyorsunuz birisi bir fikir getiriyor ve daha iyi bir şey olabiliyor.

Hocam Amerika maceranızı biliyoruz. Ne zaman Amerika’ya gittiniz ve neden Amerika?

1992 yılının sonunda Zürih’te emekli oldum. 1993’te kitap yazımıyla uğraştım. 1994’te Boston’a gittim ve orada Şamlı bir arkadaşıma rastladım, Arkansas’ta şef oldum dedi. Ben de gelip sana yardım edeyim dedim. Arkadaşım önce şaka yaptığımı sanmış olacak ki ertesi gün arayıp ciddi olup olmadığımı sordu ve ciddi olduğumu görünce “gelin Arkansas’a” dedi. Arkansas, nehir kenarında ufak bir kasaba ama çok sayıda hastane var. Benim arkadaşım da orada mikro cerrahiye başlamış, 10 sene orada kaldık. Amerika’dayken muhtelif yerlere gidip ders verdim. Çok yazdım, çizdim. İnanamayacaksınız ama ortalama 100 yerde 5 kıtada ders verdim. Cuma günü Sidney’e uçuyorum, cumartesi ders veriyorum, akşama opera binasında konsere gidiyor, ertesi sabah uçağa binip Zürih’te oluyordum. Çekirge gibi bir hayatım oldu, bu git-gele nasıl dayandım bilmiyorum, çok sayıda uçuş yaptım.

Vatandaşlıktan çıkarılmanıza ilişkin çok şey söyleniyor. Bu konunun esası nedir?

Benim memleketime, milletime içten bir bağlılığım var. Biz de varız, bizden de bir şey çıkabiliri ispat etmek için hayatımı verip çalıştım. Bizim milletimizi korumamız lazım. Ben Zürih’te baş asistan oldum, ameliyatlara giriyorum. Zaman geldi askere gideceğim. Başkonsolosa gittim , ardından sefir beyle görüştüm beni anladığını ve pasaport süresini uzatacağını söyledi. Sonra 1960’taki askeri harekette bir yüzbaşı geldi “Siz döneceksiniz” diye bana taktı. Yahu ben baş asistanım, görevim mühim, kitap yazıyorum. Sefir bey beni anladı, siz de lütfen anlayın” dedim. “Olmaz efendim” deyip duruyor. Ufak tefek bir yüzbaşıydı, sonra ortaya çıktı neden böyle yaptığı. Meğerse para istiyormuş, benim aklıma bile gelmedi böyle bir beklentisi olduğu. Ben vatandaşlıktan çıkmak istemedim, zoraki geçtim İsviçre vatandaşlığına. Ben bir şekilde idare ediyordum. Sonunda bana Nansen pasaportu verildi, uluslararası bir pasaport bu. Bir kongre vardı New York’ta, hocayla kalkıp gittik. Görevli pasaportumu anlamadı, “Bu nedir?” diye soruyor. Hoca dayanamadı ve bağırdı “Ben profesörüm kongreye geldik, zorluk çıkarmayın” dedi. Hoca beni de azarladı, “Benim baş asistanım bu pasaportla uluslararası olamaz, İsviçre vatandaşı olacaksın” dedi. Benim milliyetçi bir havam vardı, hiç istemeyerek geçtim İsviçre vatandaşlığına, mecbur kaldım.

Beyin göçü denilince ilk akla gelen isimlerdensizin. Bugünlerde de en çok konuşulan konuların başında beyin göçü geliyor. Bu konuya ilişkin görüleriniz nelerdir? Gençlere bir şeyler söylemek istersiniz neler söylerdiniz?

Beyin göçü normaldir, ben çok alışığım, İsviçre’deki talebelerin çoğu dışarıya gider, kimi döner kimi dönmez. Giden memleketi gittiği yerde sefir gibi gösterir. Bu yüzden üzülmem ben buna.

Herkesin beyninde muazzam bir hazine var. Gençler kendilerini yetiştirecekler, beyinlerindeki cevheri bulacaklar. Yorulmadan bıkmadan çalışacaklar. Beynimizin biricik anatomik bir yapısı var. Hepimiz birbirimizden farklıyız. Beynimizde sosyal bir beyin var. İnsanlığı o yaratıyor, kültürel beyin. İnsan tek başına lisan geliştiremez, matematik, bilim, teknoloji tek başına olmaz. Sanat da, din de tek başına olmaz. Spor mesela. Dikkat edin; hayvanlarda spor yok, bizde hem fiziki hem mental olimpiyatlar var. Mesleğimizde bir şeyler yaratmak istiyoruz. Beynin anatomik yapısı içinde community brain var ve bakın orada ne toplamışız? Burada toplanan anne karnında başlıyor. Hala bilemiyorum kaçıncı aydan itibaren başlıyoruz bu toplama işlemine. Mesela görme sonradan ortaya çıkıyor. Bu toplama işlemi daha önce. Ama sonra da devam ediyor. Ailede, okulda ve çevrede. Bu sosyal beyin sürekli topluyor. Herkesin içeriği muazzam, herkes sosyal beynini kendi topluyor. Benim içimde çocukluğumdan beri sonsuz bir merak var. Ben bizim evde bahçıvandım, bahçede her taşın altına bakardım. Her meyvenin iç yapısını incelerdim. Merak öğrenme için çok önemli. Bu merak sanırım aileden geliyor. Çocukken bizim evde Louis Pasteur’un kuduz aşısını bulduğunu gösteren bir resim asılı dururdu. Babam bir merak oluşturarak araştırmamızı ister ve bizim de öyle olmamızı isterdi. Pasteur gibi, Edison gibi olalım; keşif olalım arzu ederdi. Kendisi o zamanın Ulus Gazetesinde yazılar yazardı. Arkadaşı Prof. Dr. Şükrü Yusuf Sarıbaş vardı. Onunla bilimsel konular ve memleket meselelerini tartışırdı. En hoşlandığı da evin önündeki çayırda pazar yapılıyordu. Babam onlarla oturup konuşmayı çok severdi. Onların içinde derin düşünceler olduğunu söylerdi. Babam “köylüler basit gözükürler ama düşünceleri çok kuvvetli” derdi. 

Yıllar sonra aynı şeyi Californialı bir arkadaşım olan Prof. Th. Kurze’de söyledi. Kurze, ilk olarak mikro cerrahiye başladı ve sonra garip bir merakı ortaya çıktı. Batıdaki dağlarda yaşayan Kızılderililerin hayatına merak sardı ve onların arasına karıştı. Bir keresinde karşılaştık, ‘bambaşka bir dünyaları var. Onların dünyası çok derin dedi.

Hocam, buradan gençlere en önemli tavsiyenizin community brainlerini geliştirmeleri ve toplumla iç içe öğrenmeleri olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ben gençlerin her koşulda kendilerini yetiştirmeye çalışmalarını tavsiye ediyorum öncelikle. Bilsinler ki beyin çok kıymetli bir cevher. Bu cevher, durmadan, yorulmadan ve bıkmadan çalıştıklarında onların güçlükleri aşmasını sağlar. Nasıl ki insan bir musiki aletini çalmayı öğrenip onunla neler neler yapabiliyorsa beyin de tam olarak böyle ve muazzam bir alet. Ben işte böyle hafif bir şekilde bu muazzam aleti biraz öğrenebildim ve tam olarak izleyemedim.

Hocam, son olarak keşkeleriniz var mı? İyi kileriniz neler?

Pişman olduğum çok bir şey yok ama daha iyi çalışmadığım için pişmanım diyebilirim. Daha çok çalışmalıydım. Neredeyse İyi ki dediklerimin başında eşimle evlenmek var. Büyük bir tesadüf sonucu tanıştım onunla, mikro cerrahiyi ben değil, biz eşimle birlikte yarattık. Her ameliyat için eşimin hazırladığı sisteme göre hareket ederdim. Ameliyat hazırlığı sistemi bambaşkadır, bir orkestranın hazırlığı gibi. Ben, ameliyatlarda bir şey olacak diye korkardım, sıkılırdım, heyecanlıydım, kızgındım; Eşime de çok kez söylenirdim, hiç sesini çıkarmazdı. Bu çok mühim. Elbette bir de Prof. Dr. Uğur Türe Hoca var. Herkes Uğur Hocayı benim yetiştirdiğimi söyler, aslında onu ben yetiştirmedim, o kendi geldi gördü ve kendini yetiştirdi. Mesela benim fiber diseksiyonların resmini gördü ve “Bunu neden böyle biliyorsunuz? Gördüğüm kadarıyla ameliyatlara çok emin giriyorsunuz” Dedi. “Basel’e anatomiye gidin dedim, orada Klinglerin fiber diseksiyonlarını görün” dedim. Gitti ve orada da gördü. Uğur Hocanın içinde bir merak var.

Hocam, öncelikle bize ayırdığınız zaman için çok teşekkür ederiz. Sizin gibi müstesna bir bilim insanıyla bu söyleşiyi yapmaktan büyük bir gurur duyduk. Çok keyifli saatlerdi. Ben, sizi tanımış olmanın onurunu yaşıyorum ve hayatım boyunca unutamayacağım bu söyleşi için şükranlarımı sunuyorum. Bu söyleşinin tarihe bir not olarak kayda geçeceğini düşünüyorum. Gelecek nesiller sizi örnek alacaklar ve başarılarınız onların rehberi olacak.

Ben TÜBA şeref üyesiyim. TÜBA ile çok güzel bir yapılanma ortaya çıkmış. İnşallah gençleri teşvik etmeye devam ederler. Sizin şahsınızda bu söyleşiyi organize eden ve bana değerli hissettiren ülkemizin güzide bilim organizasyonlarından Türkiye Bilimler Akademisi’nin Sayın Başkanı Prof. Dr. Muzaffer Şeker’e ve ekibinize teşekkür ediyorum.

İlgili Fotoğraflar