Geleceği Kurtarmak İçin Son Fırsat
Türkiye, bereketli toprakları, dört mevsimi aynı anda yaşayabilen iklimi ve zengin biyolojik çeşitliliğiyle uzun yıllar boyunca bir doğa cenneti olarak anıldı. Ancak bugün geldiğimiz noktada, bu cennet topraklar hızla kuraklığa, yangına ve susuzluğa teslim oluyor. Hızla değişen iklim koşulları, bilinçsiz kaynak tüketimi ve doğayla uyumsuz kentleşme, bu eşsiz doğal mirası geri dönüşü olmayan bir felakete sürüklüyor. Su kaynaklarının azalması, sıcak hava dalgalarının şiddetlenmesi, orman yangınlarının yaygınlaşması ve ekosistemlerin bozulması artık sadece çevresel değil, toplumsal bir beka meselesi hâline geldi.
Son yıllarda Türkiye’nin pek çok bölgesi kuraklık tehdidiyle boğuşuyor. Türkiye, 2030 yılına kadar su fakiri ülke kategorisine düşebilir. Türkiye’nin yıllık kişi başı kullanılabilir su miktarı 1.300 m³’ün altına gerilemiş durumda. Türkiye’nin 2024-2025 su yılı yağışları, 30 yıllık ortalamaya göre yaklaşık %23,4 azalma göstermiş, 2024 su yılına göre ise %26,5 daha düşük gerçekleşmiştir.
İklim değişikliğinin en sert yüzü ise yaz aylarında kendini gösteriyor. Artık yalnızca Temmuz–Ağustos aylarında değil, Haziran başlarında bile 40 °C’yi aşan sıcaklıklar Türkiye'nin batı ve güney kıyılarını etkisi altına alıyor. Sıcak hava dalgalarının getirdiği tehlike sadece bunlarla sınırlı değil. Aşırı ısınan ormanlık alanlar, en ufak bir kıvılcımda alevlere teslim oluyor. Ege ve Akdeniz bölgelerinde çıkan orman yangınları binlerce hektar alanı yok etti. Oksijen kaynağımız olan ormanlar aynı zamanda iklim değişikliğiyle mücadelede karbon yutakları olarak işlev görüyor. Bu ormanların kaybı, biyolojik çeşitliliği yok ederken, toprağın su tutma kapasitesini ve seller karşısındaki direncini de ciddi şekilde azaltıyor.
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu bu tablo yalnızca kırsal alanları değil, şehir yaşamını da tehdit ediyor. Aşırı kentleşme ve plansız yapılaşma, şehirlerdeki yeşil alanların azalmasına neden olurken, “ısı adası” etkisini artırarak sıcak hava dalgalarının etkilerini daha da şiddetlendiriyor. Özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde, betonlaşmanın artmasıyla nefes alacak alanlar hızla yok olurken, hava kalitesi düşüyor, yaşam konforu azalıyor.
Kuraklık ve yangın felaketlerine karşı alınacak en etkili önlem, doğal kaynakların verimli yönetimidir. Bugün Türkiye’de tarımsal sulamada hâlâ büyük ölçüde yüzey sulama sistemleri kullanılıyor. Bu sistemler, suyun %35 ila %60’ının buharlaşma ve sızıntı yoluyla kaybına neden oluyor. Oysa damla sulama gibi modern tekniklerle, suyun etkin kullanımı sağlanabilir. Ayrıca gri su geri dönüşüm sistemleri ve yağmur suyu hasadı gibi yenilikçi çözümler de yaygınlaştırılmalıdır.
Ekosistemler yalnızca doğanın değil, insanın da yaşam kaynağıdır. Sulak alanlar, çayırlar, ormanlar ve deltalar sadece bitki ve hayvan yaşamını değil, aynı zamanda su döngüsünü ve yerel iklimi de düzenler. Örneğin Kızılırmak Deltası’nda tuzlu su baskınları nedeniyle birçok kuş türü göç yollarını değiştirmek zorunda kalıyor. Bu, sadece bir çevre sorunu değil, aynı zamanda gıda zincirini ve ekonomik sürdürülebilirliği de etkileyen bir krizdir.
Peki, bu gidişatı değiştirmek mümkün mü? Cevap evet, ama zaman daralıyor. Gelecek nesillere yaşanabilir bir Türkiye bırakmak sadece bir ideal değil, artık bir mecburiyet. Paris İklim Anlaşması’na taraf olan Türkiye, 2053 yılına kadar net sıfır karbon hedefi koydu. Ancak bu hedefe ulaşmak için yalnızca yasal çerçeveler değil, toplumsal dönüşüm de şart. Her birey, doğayı korumak için adım atmalı; musluğu açık bırakmamak, suyu tasarruflu kullanmak, tek kullanımlık ürünleri azaltmak, yerel ürünleri tercih etmek gibi küçük ama etkili alışkanlıklarla büyük bir fark yaratılabilir.
Aynı şekilde, kent planlaması da doğal ekosistemleri gözeterek yeniden tasarlanmalı. Yeşil çatı uygulamaları, kent bostanları, dikey bahçeler gibi doğa dostu çözümler teşvik edilmeli. Bu alanlar sadece gölge ve oksijen üretmez; aynı zamanda bireyin doğayla bağ kurmasını da sağlar.
Türkiye’nin doğal kaynaklarını korumak, sadece çevresel değil, ekonomik ve toplumsal bir görevdir. Tarımda su verimliliği, şehirlerde yeşil altyapı, enerji üretiminde yenilenebilir kaynaklara geçiş, tüm bu zincirin ayrılmaz parçalarıdır. Bu mücadele sadece bilim insanlarının, STK’ların veya devletin değil, hepimizin sorumluluğudur.
Bugün verdiğimiz kararlar, yarın çocuklarımızın nasıl bir ülkede yaşayacağını belirleyecek. Bu mirası yok etmek değil, çoğaltmak bizim elimizde. Türkiye'nin geleceği, topraklarımızda yeşerecek her bir fidanda, koruyacağımız her bir damla suda, sahip çıkacağımız her bir doğal varlıkta gizli.
Şimdi harekete geçme zamanı. Geleceği yeşertmek elimizde.