Bilimi Aydınlatanlar'da TÜBA Üyesi Prof. Dr. Gazi Yaşargil: Beyin Ustası
Röportaj: Prof. Dr. Yasin Bulduklu & Fotoğraflar: Fatih Akın Özdemir
Dünya bilim camiası için duayen bir isim, asırlık çınar, tıp dünyasının ve beyin cerrahisi alanının pek çok konuda öncüsü olmuş Gazi Yaşargil Hocayla röportaj denildiğinde inanılmaz bir heyecan yaşadığımı itiraf etmem lazım. Gazi Hocayı yakından izleyen, hayatını araştırmış bir akademisyen olarak Hocayı ilk gördüğümde bu kadar içten bir karşılama da beklemiyordum. Röportaja birlikte gittiğimiz kameraman Fatih (Fatih Akın Özdemir) ile birlikte biraz gecikmiş olmanın mahçubiyeti içinde Hocayla selamlaştıktan sonra hazırlıklarımızı yapmaya başladık. Biz hazırlık yaparken Gazi Hoca da eşi Dianne Hanımı davet etti. İlk dakikadan itibaren Hocanın açık ve samimi olması bizi şaşırttı. Çok dikkatli bir biçimde her ayrıntıyı hatırlamaya çalışması takdire şayandı. Ailesinden ilkokula, liseye ve İsviçre’ye uzanan macerasını yeniden yaşıyor gibi anlattı. Öyle akıcı ve coşkulu anlatıyordu ki onun sözünü kesecek her hareketimizi gizlemeye ya da hissettirmemeye çalıştık. Bir ara kameralardan birinin bataryasını değiştirmemiz gerektiğinde bile bunu söylemek için epeyce bekledik. 2 saate yakın Hocayı aralıksız dinlemişiz ki Asistanı Ali Bey, kısa bir ara vermemizi istedi. Gazi Hoca da sıkılmamış olacak ki neden durduğumuzu sordu. Kısa bir kahve molasından önce Gazi Hoca yemek sipariş etmeyi teklif etse de biz devamını dinlemekteki arzumuzdan teşekkür edip 10 dakika ara ile geçiştirdik. Hoca, yaklaşık 3,5 saat süre konuştu. Sonra biraz yorulduğunu düşündüğümüzden ikinci bir randevu planlamak isteyip istemediğini sorduk. “Yarın devam edelim” dedi. Biz ise bir hafta sonra daha uygun olacağını söyledik ve ertesi hafta aynı saate sözleştik. Bir hafta sonrası için biletlerimizi almıştık ki Asistanının Hocanın küçük bir rahatsızlık geçirdiğini söylemesi ile yıkıldık. 3 hafta sonra aynı gün (21 Nisan 2022) ve saatte ikinci görüşmemizi yapabildik. Hocanın hatıralarında nerede kaldığımız hatırlayıp aynı yerden ve aynı üslupla devam etmesi bizi çok şaşırttı. Yine su gibi akan bir ikinci kısım oldu. Hoca karşısında bir öğrencisi varmış ve operasyon öncesi vaka tartışıyormuş gibi detaylıca beyni ve onun işlevlerini aktarıyor, mucize bir organın çalışma prensiplerini öğretmeye çalışıyordu. Bir hayata, bir tıbba, bir tarih ve zamanın koşullarına değiniyor; kendi hayatındaki her durağa bizimle birlikte uğruyor, yaşanılan olayları yeniden canlandırılıyor ya da karşılaşılan her eski dosta hakkı teslim ediliyordu. Aşağıda detaylarını okuyacağınız uzun röportaj sırasında her anıyı ezbere aktaracak kadar özümsedik ve bilime, Türk tarihine, II. Dünya Savaşına, tıbbın yolculuğuna, beyin operasyonlarının gelişim sürecine ve beyin göçüne dair her şeyi konuştuk. Röportajın son kısmına katılan Prof. Dr. Uğur Türe’nin Gazi Hocaya saygısına, Gazi Hocanın öğrencisinin maharetine olan güvenine şahit olduk. Hepsi bir tarafa Hocanın müthiş hafızasına, sabrına, çalışma azmine ve bu topraklara olan aşkına hayran kaldık. En son “keşkeleriniz var mı?” dediğimde verdiği “Evet, keşke daha çok çalışsaydım” cevabıyla tebessüm ettik. Biz yaptığımız işi hem çok sevdik hem de büyük keyif aldık. Beyinlerin efendisi, yüz yılın beyin cerrahı ile birlikte yaptığımız, bilinmeyenleri gün yüzüne çıkaran, doğru bilinen yanlışları ortaya koyan bu röportajı Günce okurlarına sunmanın gururunu, Gazi Hoca gibi bir değeri tanımanın onurunu yaşıyorum. Röportajın ilk bölümünü ilginize sunuyor, keyifli okumalar diliyorum.
“Benim içimde çocukluğumdan beri sonsuz bir merak var ve halen devam ediyor.”
Ben, Türkiye’ye döneli (2013) hemen hemen 10 sene oldu ama benimle ciddi bir konuşma ya da röportaj yapan olmadı. İlk röportajı Akademi’nin yayın organına vermekten ve sizinle bunları konuşmaktan son derece mutluyum. Sorulara baktım ve bu denli güzel bir hazırlık yapılmasından memnun oldum. Hakkımda bir takım yanlış haberler çıkıyor. Her şeye yanıt vermeye hazırım. Böyle bir röportajı ilk defa veriyorum. Siz kapsamlı bir iş yapacaksınız.
Şeyh Sait İsyanı çıkmadan 3 ay evvel ailemize (babam Lice kaymakamı) katırlar verip bir de dost şeyhlerden birinin oğluna emanet edip Murat dağlarına göndermişler. Annem, babam ve çocukları Şubat ayından Mayıs ayına kadar birlikte terk edilmiş evlerde ve mağaralarda yaşamışlar.
Annemin ailesi Sinop, Anneannem Karadeniz Ereğli’sinden tüccar ailelidir. Karadenizde gemileri varmış ve Orta Asya’ya giden karavanları, zengin ailenin çocukları Enderun’da (saray okullarında) yetişmişlerdir ve yüksek devlet memuriyetinde bulunmuşlardır. Babamın ailesi Ankara Beypazarı’nda Kayhan aşiretinden. 1450 senesinde Fatih Sultan Mehmet bir delegasyon gönderir ve “Siz aşiret olarak Trakyaya geçin, Karadağ önünde araziye yerleşin. Niyetim İstanbul'u batıdan almak. Karadağlılar arkamdan gelip vurmasınlar” der. Aşiret, bu istek doğrultusunda Karadağ’a Çanakkale yolundan çiftçi ve asker olarak Trakya’ya yerleşiyorlar. Son olarak İştip bugünkü Makedonya’da Bulgar hududunda büyük bir çiftlik sahibi oluyorlar. Subay olan büyükbabam Saraybosna'da büyükannemi görüyor; sarışın bir hanım, mavi gözlü, evleniyorlar ve 8 çocukları oluyor. Biri kız biri oğlan olan çocukları daha küçükken veremden ölüyor. Babamın dört abisi Manastır’da subay okulunda okuyorlar. Ailede subay olmak bir gelenek gibi ama babam nedense subay olmak istemez. Lisede son sınıftayken hocaları sormuş “Ne olacaksınız?” diye? Herkes Devlet-i Hümayun’da memur olmak istiyorum deyince babam da öyle demiş. Ama hayatı boyunca kendine hayıflanırdı, çünkü biyolog olmak istiyormuş ya da felsefe okumak. Babam liseyi Üsküp'te okumuş. İstanbul'da da Siyasal Bilgiler’de okumuş. Ardından iki yıl yedek subay olarak askerlik yapmış ve 1914’te harp başlayınca dört yıl doğu cephesinde telgraf subayı olarak görev yapmış. Harp sonunda İstanbul'daki abilerinden birini ziyarette annemi görünce 1920'de evlenmişler. 1921'de ablam Selma doğar. 1922’de ikinci çocukları İhsan doğar. 1923'e kadar babam görevsiz, Osmanlı Devleti bir iş veremiyor. Babam tarih ve felsefede, kendi kendini yetiştirmiş. Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti kurulunca babam Bulgar hududundaki Sırpsındığı nahiyesine tayin olmuş. Ailesiyle oraya taşınır. Birkaç hafta sonra köylüler babama “Bizim arazimizi buradaki ağalar aldılar” demişler. Babam da ağaları çağırmış “Köylüler şikayet ediyor, arazi ekip biçiliyor ama onlara bir pay verilmiyormuş, haklarını istiyorlar.” deyince o beylerden bir tanesi “Memur bey siz çok gençsiniz bu işlere karışmayın, bunlar çok karışık işler.” diye cevap vermiş. Babam ise karşılığında “Ben görevimi yapıyorum yasalar ne diyorsa onu yapacağız, mahkemeye vermeye mecburum.”diyor. Üç gün sonra babamın Lice’ye kaymakam olarak atandığı haberi geliyor. Lice’ye gitmek o dönemde neredeyse 2 ay. Büyükannem de onlarla. Büyükannem, genç yaşta evlenmiş. Kayınpederi Emlak Nazırı Emin Efendi. Onun oğlu Necmettin bey avukat İstanbul 1. Noteri. 43 yaşında kalp hastalığından vefat ediyor. Annem tıp okumayı aklına koymuş ama Türkiye’de kadınların tıp okuması 1921’den sonra. Annem Almanya’ya gitmeye karar vermişse de babası ölünce gidemiyor ve o dönemde babamla tanışıp evleniyor ve altı çocukları oluyor.
Varlıklı ve köklü bir ailenin kızı olan annem, koca konakta tek kız. Annemin babası öldüğünde büyükannem henüz 33 yaşında. 2.5 ayda Ankara üzerinden Adana'ya Adana'dan Halep’e gidiyorlar. Halep hala Türklerin elinde o dönemde. Babamın orada bulunan memuriyetteki arkadaşının yardımıyla katırlar buluyorlar ve Lice’ye geçiyorlar. 1924’te Lice’ye yerleşmişler biricik oğulları İhsan, 1.5-2 yaşında dizanteriden vefat ediyor. Annem hayatı boyunca İhsan’ı kaybettiğine üzülürdü. Saçlarını sakladığı ipek mendilleri merasimle açar, öper koklar, gizli gizli ağlardı. Annem altı çocuk dünyaya getirmiş. İki kız, dört oğlan; kardeşlerim Erdem ve Günay’ı teşvik ettim İsviçre’ye geldiler. Her ikisi de çok zekiydi. Erdem Basel’de cerrahi profesörüydü. Günay Zürih Üniversitesinde fizyoloji profesörüydü. Selma ablamız 40 sene Ankara Gazi Lisesi’nde İngilizce öğretmeniydi. Tomris Ankara’da Makine Kimya mühendisliği yaptı.
Ben Lice’de doğdum. 13 Şubat 1925’te Piran kasabasında bir çatışma çıkar. Şeyh Sait isyana hazırlanır ama silahlar erken patlamış. Büyükannem Kürtlerin bir kısmının isyana dahil olmadığını, karşı olduklarını söylerdi. Bizim aileye katırlar verip şeyhlerden birinin oğluna emanet edip Lice’den uzaklaşsınlar diye göndermişler ve Şubat ayından Mayıs ayına kadar 3 ay Murat dağlarında terkedilmiş evlerde ve mağaralarda kalmışlar. Annem 38 kiloya düşmüş. Mayıs ayında Lice’ye dönmüşler. Lice’deki Selim Bey’in konağını verilmiş, annemin doğum ağrıları başlamış ama doğamıyorum. Ebeler başımı kontrol etmişler ve “Bıngılı mavi, bu çocuk ölmüş” demişler. Büyükannem “hayır bıngılda nabız var’’ boynuma göbek bağı dolandığını söylemiş bu yüzden doğamıyor demiş. Ebelere dönerek “Hanımlar bu çocuk yaşıyor.” demiş. Göbek bağını parmağı ile çıkarıp kesmiş ve benim doğmamı sağlamış. Bir nevi doktordu büyükannem.
Böylelikle 6 Temmuz 1925 tarihinde Lice’de dünyaya gelmişim. Annem yaşamamın bir mucize olduğunu söylerdi. Babam Türk Tarih ve Dil kurumunun üyesiydi. Benim ismimi Gazi Ata, erkek kardeşlerimi Erdem Cebe ve Günay Mete olarak koymak istemiş. Mahallede ve okulda arkadaşlarım bana; senin Gaziliğin nereden çıktı diye sormaya başlayınca, benim adım Ataç’dır dedim. Nüfus kağıdında Mahmut Gazi yazıldı, Ama arkadaşlarım bana Ataç derlerdi.
Ankara’daki evimizin kapı komşusu asabiye profesörü Şükrü Yusuf Sarıbaş’tı. Alman bir profesörün (August Bier) yazdığı kitap olan “Bir Hekimin Tababet Hakkında Düşünceleri’ni Türkçeye çevirmişti. Babamla Türkçe terimleri nasıl kullanacakları üzerine konuşurlardı. Numune Hastanesinde şef olan Şükrü Yusuf Sarıbaş profesör oldu, oturduğu mahallede kimin ne sorunu olsa hiç para almadan koştururdu. Evimizin bir bahçesi vardı ve bahçeye ben bakardım. Toprağı değiştirir, gübre atar, her gün su verirdim. Babam ve Şükrü Beyin hobisi aşılamaydı. Onlara ben de yardım ederdim, arada felsefeye de girerler, Eflatun’u anlatırlardı. Her çeşit ağacımız vardı bahçede. Babam ve arkadaşları akşamları bahçede otururdu, Marmara şeklinde kendi yaptığımız çimentodan bir havuz vardı. Onun etrafında oturur konuşurlardı, çaylar börekler ikram edilirdi. Çocukluğumuz çok zengin ve çeşitlilikle geçti.
İlkokulda çalışkandım. Ortaokuldaki 70 kişilik sınıftan hoşlanmadım. Atatürk Lisesi’nde klasik şubesindeydim. Tarih hocamız İhsan Bey bizi topladı ve “Şimdiye kadar lisede iki sınıf vardı, fen ve edebiyat. Yeni bir sınıf açılıyor, Latince ve Yunanca. Avrupa’ya gitmek isteyen bu sınıfa girsin dedi. Benim aklımda Avrupa’ya gitmek vardı ve hemen Latince sınıfına girdim. Bu sınıfta dokuz kişiydik. Yunanca hocası bulunamadı bu yüzden ne yazık ki Yunancayı öğrenemedik. Çünkü batı tıbbı, felsefesi ve edebiyatında bütün terimlerin kökü Yunanca ve Latincedir. Üç yıl Latince okudum, Latince kitap okuyamasam da gramatiğini kaptım. 1943’te Viyana’ya gittiğimde orada “Siz Latince okumuşsunuz hiç böyle Türk öğrenci görmedik. Ama üç sene yeterli değil, altı yıl eğitim göreceksiniz. Latince sınavına gireceksiniz.” dediler. Latince öğrenmek 1970’li yıllara kadar Avrupa Üniversitelerinde gerekiyordu.
Can Yücel ile aynı sınıftaydık, Can, hiçbir zaman şiir yazdığını söylemedi. Sınıfta enteresan bir arkadaşımız vardı. Bir gün “Biz Viyana’ya gidelim oraya meşhur pianist Alfred Denis Cortot geliyor, onu dinleriz. Ben onun talebesi olacağım” dedi. Bunun için para biriktirelim, öğle yemeği parasından artıralım deyince kabul ettik. Biz Can’la bir grup olduk. Diğer üç kişi başka bir grup oldu. Üç yıl sürdürdük bunu. Can babasından Ankara eski stadının altında büyük kütüphane olduğunu öğrenmişti. Biz oraya gidip zar zor görevliyi bularak kapıyı açtırdık. Sıralanmamış paketlerce kitap bulduk, toz içindeydiler. Can’la onları çıkarıp dizmeye başladık. 2.5 ay sürdü bu kitap yerleştirme… Her ay bize 10-15 lira verdiler, biriktirdik onu da ve ben paramı Can’a verdim. 120 liramız toplanmış oldu. Sene 1943, kafama koymuştum ve gidecektim. Bir gün Ankara Taşhan’da bizi teşvik eden arkadaşı gördüm. Ne yapıyorsun, “Almanya Yunanistan’a girecek nereye gidiyorsun? Biz gitmiyoruz, sen parayı bana ver.” dedi. ayrıldım. Can’ın babası bizi eve çağırdı “Can bana Viyana’ya gitmek istediğinizi anlattı. Ben de sizin yerinizde olsam aynısını yapmak isterdim. Sizin babanız Divanı Muhasebatta memur ama ben Eğitim Bakanıyım, oğlumu Nazi Almanya’sına gönderemem. İzin verirsem ertesi gün istifa etmeye mecbur olurum” dedi. “Anlıyorum hakkınız var, Can gelmeyecek” dedim. “Siz de gitmeyeceksiniz.” dedi bana. “Sizin Türkçeniz iyi ama lisanın daha olgunlaşması lazım. Böyle giderseniz lise Türkçesiyle kalırsınız.” dedi. Dediği doğru çıktı, benim Türkçem lise Türkçesidir. Üniversite Türkçesi değil.
Yurt dışına çıkmamış olsaydım başarılı olur muydum bilemiyorum. Lisedeyken çok başarılıydım. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Ağustos 1943 yılında Ankara’da makam odasında kısa bir törenle Türkiye liselerinde 3 yıl iftihar listesine seçilmiş, Süleyman Demirel, Erdal İnönü, ismini hatırlamadığım bir bayana ve bana İsmet İnönü’nün biyografisini ödül olarak sunmuş ve başarılar dilemişlerdi.
Avrupa’ya gideceğim diye Latince sınıfın girdim. Ankara’daki Roma İmparatoru Agustus yazısı çok mühimdir. Onun mermer duvar üzerine yazılı hayatı, en önemli tarihi dökümandır. En azından 2000 senelik bir yazıdır, üç ay boyunca gittim geldim, oradaki yazıyı çıkarıp hocama verdim. Coğrafya hocamı severdim, esaslı bir hocaydı. İngiltere’yi merak ediyordum. Nasıl oluyor da İngiltere dünyaya hakim? Coğrafya küçük ama dünyanın en çeşitli ırkı orada. Bunun üzerine bir yazı toparladım ve hocaya verdim. Bana ders ver İngiltere hakkında dedi.
“Franz von Papen Almanya’ya dönüyor. Oraya bir uçak götürüyorlar. Gazi’yi de alırlar mı diye soracağız.”
Bir akşam yemeğinde babama Viyana’ya gideceğimi söyledim. Trenle gideceğim deyince; “Allah akıl versin, okumadın mı gazeteleri? Josip Broz Tito’nun adamları Yugoslavya’da sürekli trenleri patlatıyorlar. Gidemezsin.” dedi. Biraz sustu ve sonra ben birileriyle görüşeyim dedi. Mülkiyeden sınıf arkadaşı Menemencioğlu’na (Dönemin Dışişleri Bakanı Hüseyin Nuğman Kemal Menemencioğlu) söylemiş. O da babama “Ben de düşüneyim.” demiş. Birkaç gün sonra “Franz von Papen Almanya’ya dönüyor. Oraya bir uçakla gidiyorlar. Gaziyi de alırlar mı diye soracağız?” dedi. Kabul edildim ve İstanbul’a gittim. İki kanatlı basit bir uçak geldi. Franz Von Papen gelmedi. İstanbul etrafında bir tur attık ve 30 dakika sonra inmeye başladık. Havaalanında askerler gördük. Uçaktan indik ve ufacık bir otele gittik. Hayatımda hiç otelde kalmamıştım. Kapının önünde iki Türk gördüm. “Burası neresi?” diye sordum. “Burgaz” dediler. Ertesi günü kalktık ve uçağa yeniden bindik. Trakya, Bulgaristan, Sırbistan ve Macaristan üzerinden 200 metrede uçtuk. Akşam üstü 5’te Viyana’ya indik. Pilot benimle birlikte otobüsle şehre indi. Çantamla sokak ortasında kaldım. Elçiliği sora sora buldum. Pazar günü ısrarla kapıyı çalınca kapıyı açan kapıcı kızdı. “Menemencioğlu’ndan sefir beye mektubum var.” dedim. Beni bekleme odasına aldı ve gelen sekretere de konuyu anlattım “Sefir Beyin davetiyesi var bırakıp gelemez sizi şoför ve otomobille otele gönderecek.” dedi. Kocaman bir bina önünde iki tane kırmızı elbiseli bekçi, Grand Hotel’e girdik, süite çıktık. Aşağıya indim herkes çok şıktı, ben de günlük kılıkdaydım, yemeden yukarı çıktım, annemin yaptığı kurabiyelerimi yiyip yattım. Ertesi gün Otelin kapıcısı kupon almam gerektiğini söyledi. Ufacık camekanlı bir odada pasaportumu gösterdim, bir liste verdiler doldurmam için. Orada liseden beni tanıyan bir arkadaşımla karşılaştım; “Sana yardımcı olurum” dedi ve evrakları doldurdu. Sonra otele gittim. Üç gün sonra geldiğinde “Burada kalamazsın burası çok pahalı, sen bizim pansiyona gel.” dedi. Üç günde 120 Markım otele gitmişti, 80 Markım kalmıştı.
Viyana’da üniversite kaydımı yaptırdım ama bana önce üç yıl Latince eğitim alacaksın dediler. Bodrum katındaki Türk restoranında, Dresden’den gelen Ahmet Koç mühendislik eğitimi olan; “Viyana’da Almanca öğrenemezsin, lehçesi çok zordur. Seni bir aileye göndereceğim (Naumburg an der Saale) orada 3-4 ay kal, senin için çok iyi olur.” dedi. Şehrin ortasında muhteşem bir katedral ve içerisinde zamanın ileri asilzadelerinin heykelleri vardı. Viyana’da tıp tahsil edeceğimi söyleyince Jena’ya gitmelisin dediler. Türingen’in ormanları içerisindeki büyük alman filozofları ve matematikçileri Jena Üniversitesi’nde yetişmişler. Sekreterle görüştüm “Latinceyi unutalım, biz sizi kabul ederiz ama altı ay hastane hizmeti yapacaksınız.” dediler, bunu tüm öğrenciler yapıyormuş. Doktorların çoğu cephedeymiş. Hastanede erkek dahiliye kısmında başladım çalışmaya. Bana içinde mavi bir su olan kova verdiler ve ilk olarak koridoru temizlemeye başla dediler. Balkondaki hasta yataklarını silkelememi istediler, mutfağa götürdüler beni ve oradaki hastalarla düzeni öğrettiler. Mesleğime hasta bakıcılıkla başladım. Çok gayretliydim, bir işe başladım mı bırakmam mümkün değildir. Bu baş hemşirenin dikkatini çekmiş ve Baş cerraha söylemiş. Ertesi gün cerrah beni çağırdı. Yanındakiler cepheye gitmiş ve ona yardım etmemi istedi. Hava saldırılarından sonra 10-15 yaralı getiriliyordu. Üç ay sonra tıp tahsilime başladım.
Jena’da kendime ev bulmak için gezerken bir bahçede çalışan hanım gördüm, eşi Zeiss firmasında mühendis, “Beni alır mısınız kiracı olarak?”diye sordum eşiyle görüştü, kabul ettiler, ve artık kendime bir yer bulmuştum, yemek, çamaşır vb. sıkıntım kalmadı. Bana kendi evlatları gibi baktılar. Bir gün bize Hamburg Konsolosluğundan Türkiye’nin Almanya’ya harp ilan edeceği haberi geldi. Ya Kuzey Almanya’dan vapurla ülkeye dönecektim ya da güneye gidip İsviçre’ye tahsile devam edecektim. İsviçre hududuna 50km bir askeri kışlada 150 Türk öğrencisi bir ay bekledik. Kışladan çıkabiliyorduk ama öğleden sonra 5’te dönmek zorundaydık. Bir tıp doktoru arkadaşa rastladım. Birlikte etrafta gezerken, bir evden birisi çıktı ve geldi; “Siz Türkçe konuşuyorsunuz, ben Türkiyeli Ermeniyim.” dedi. Anne babası İstanbul’dan Fransa üzerinden Almanya’ya gelmiş, kucaklaştık. Nisan 1945’te İsviçre Basel’e geçtim.
Devam edecek...