“TÜBA V. Uygulamalı Bilim Eğitimi Kursu” İstanbul Üniversitesi’nde Gerçekleştirildi

“TÜBA V. Uygulamalı Bilim Eğitimi Kursu” İstanbul Üniversitesi’nde Gerçekleştirildi

TÜBA, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ile imzaladığı protokol çerçevesinde ve TÜBA Bilim Eğitimi Programı kapsamında; temel bilimler öğretmenlerine yönelik “V. Uygulamalı Bilim Eğitimi Kursu”, 30 Ocak-5 Şubat tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleştirildi.

11 farklı ilden 180 öğretmen uygulamalı eğitim aldı
Nisan 2015’te Gazi Üniversitesi’nde ilki, Eylül 2015’te ise Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde ikincisi, Şubat 2016’da Akdeniz Üniversitesi’nde üçüncüsü düzenlenen Kurs’un dördüncüsü Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nde gerçekleştirildi. Bu yıl İstanbul Üniversitesi’nde düzenlenen  ve 11 farklı ilden MEB tarafından seçilen 180 öğretmenin katıldığı Kurs, 5 gün sürdü.

Eğitim programında; TÜBA Bilim Eğitimi Çalışma Grubu Üyeleri, TÜBA Üyeleri ve Üstün Başarılı Genç Bilim İnsanı Programı (GEBİP) ödül sahiplerinin de yer aldığı alanında uzman 50 akademisyen tarafından temel bilimler alanında uygulamalı eğitim verildi.

“Fizik Öğretim Programı ve Bilim Eğitimi İlişkisi, Yenilenen Ortaöğretim Fizik Öğretim Programının Getirdiği Yenilikler, Biyolojide Doğru Bilinen Yanlışlar, Sorgulamaya Dayalı Laboratuvar Uygulamaları, Tarih Derslerini “Büyük Soru” ile İşlemek, Matematikte Problem Çözme Stratejileri, Bilim Soru Sormakla Başlar ve Kimya Öğretim Programı ve Yeni Uygulamalar” gibi başlıklar altında gerçekleştirilecek olan bu yoğun program öğretmenlerin öğretme sürecinde, öğrenciyle fizik, kimya, matematik, biyoloji, fen bilgisi ve tarih alanlarında çok daha etkin bir iletişim kurma ve kanıta dayalı öğretim becerilerini geliştirmeyi amaçlıyor.

Program, TÜBA Bilim Eğitimi Çalışma Grubu tarafından yürütülüyor
TÜBA Asli Üyeleri Prof. Dr. Mustafa Safran, Prof. Dr. Erol Pehlivan, Prof. Dr. Adil Denizli, TÜBA Asosye Üyesi Prof. Dr. Hayrunnisa Bolay Belen, Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fatih Taşar, Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel Müdürü Doç. Dr. Semih Aktekin, Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Ar-Ge ve Projeler Daire Başkanı İlkay Aydın’dan oluşan TÜBA Bilim Eğitimi Programı Çalışma Grubu tarafından yürütülen ve 3 Şubat günü sona erecek olan Kurs’ta; fizik, kimya, biyoloji, matematik, fen bilgisi ve tarih alanlarından seçilen öğretmen gruplarına teorik ve uygulamalı eğitim verildi.

“Doğru tanımlayamadığımız sorunlarımıza etkin çözümler bulamayız”
TÜBA Başkanı Prof. Dr. Ahmet Cevat Acar programda yaptığı konuşmasına; bilim eğitiminin dünyada bilim akademilerinin ilgilendiği temel konulardan bir tanesi olduğunu dile getirerek başladı ve sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada, özellikle temel bilim eğitiminde etkililik sorunu var. Buradaki temel soru “Bu öğrenme etkinliğini nasıl daha fazla artırabiliriz?”. Öyle görünüyor ki kalkınmanın temel dinamiği, bilgiyi üretip, yayarak etkin biçimde kullanıma sokmamıza bağlı. Bilgi çağı denilen bu dönemde bilim ve eğitim, kalkınmanın bir bakıma dinamosu konumunda. Bu bakımdan diğer alanların ötesinde bilim ve eğitim belki de en başta gelen konu dersek, yanlış yapmış olmayız. Son zamanlarda özellikle birçok başka alanda dünyadaki akran ya da rakip ülkelere kıyasla çok ciddi hamleler yapıldığı halde ne yazık ki bilim ve eğitim alanında topyekûn bakıldığı zaman istenilen performansı gösteremediğimizi kabul etmek durumundayız. Özellikle bilim ve eğitim alanındaki yatırımlar, kurulan tesisler, açılan üniversiteler, okullar gibi sayısal göstergeler bakımından ciddi atılımlar yapıldı ama işin niteliği ve sonuçların etkinliği bakımından katetmemiz gereken hayli mesafe olduğunu da kabul etmemiz gerekir ki bu eksikliği giderelim. Yoksa; hep işin, resmin olumlu ya da güzel taraflarına bakarak sorunlarımızı doğru teşhis edip, tanımlamamız söz konusu olamaz. Doğru tanımlayamadığımız, teşhis edemediğimiz sorunlarımıza da etkin çözümler bulamayız."

Acar, MEB’in şu anda belki de kadro olarak Türk Silahlı Kuvvetleri ile yarışır hale gelen Türkiye'nin en büyük kuruluşu olduğunu ancak gerek müfredat, öğretmenler, eğitim yönetimi gerekse diğer fiziksel ve teknik olanaklar bakımından geliştirilecek birçok yönü bulunduğunu vurguladı.

Ahmet Cevat Acar "Şunu görmek gerekir; elbette müfredat tek başına mesele değildir. Burada aslolan, asıl etkinliği sağlayan öğreticidir, öğretmendir, hocadır ama bu, tabii müfredatın önemini de yadsımamızı gerektirmiyor. Bu bakımından Türkiye'nin aslında daha işler, daha etkili hem öğrencilerin hem de hocalarımızın daha zevkli bir eğitim sürecinde aktör olarak yer almalarını sağlayacak bir muhtevaya ve biçime kavuşturulmasının zarureti ortadadır. Bu konuda maalesef geç kaldığımızı da görmek zorundayız." diye konuştu.

“Müfredat bir tiyatro metnidir, bu metni yazarsınız ama oyuncu amatör ise oynayamaz”
Akademi Asli Üyesi, TÜBA Bilim Eğitimi Programı Yürütücüsü ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Üyesi Prof. Dr. Mustafa Safran ise; ilkokul, ortaokul ve lise öğretmenliğinin ardından Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne uzanan, öğretmenlikten gelen bir akademisyen olduğunu ifade etti ve “37 yıllık, öğretmenlik ve öğretmenlik eğitimine dayalı mesleki tecrübem olduğunu söyleyebilirim. TÜBA Asli Üyesi olarak bu projenin yürütücüsüyüm. “Bu proje nedir?” ve “Bu projeye niçin gerek duyuldu?” sorularının cevabına gelirsek eğer; “Çocukların fen ve matematik alanlarına ilgisizliği”ni her zaman her yerde okuyoruz. Bu yalnızca Türk çocuklarına ve Türkiye’deki eğitim sistemine mahsus bir yaklaşım değil, Amerika’dan Uzak Doğu’ya ve Avrupa’ya dek pek çok yerde görülen bir problem. Dolayısıyla çocukların fen ve matematik alanlarına karşı ilgilerini artırmaya yönelik olarak, bilim adamları çok büyük projeler geliştirmeye başladılar. 2010 senesinde toplanan Avrupa Bilim Akademileri aynı rahatsızlığı gördü ve bu ilgisizliği gidermeye yönelik 55’e yakın akademi üyesi aylarca çalıştı ve bir rapor hazırladılar. Rapora göre; bu çocuklar yaşamları ve hayata bakış açıları dahil önlerine gelecek problemlerle bu derslerin ilişkisini kuramıyorlar. Daha önceki nesillerin hiç sormadığı “Bize bunu niçin öğretiyorlar?” sorularını bu nesil sorar ve eğitim sistemini sorgular oldu. Kendilerine yardımı olmadığını düşündükleri bilgiye karşı ilgisizliğin sonucunda da başarısızlıkla karşı karşıya kaldılar. Nihayetinde; çocukların gelecekleriyle ilgili olarak karşılaşacakları problemlere dair bu derslerin bağlantısını sağlamak üzere bilim eğitimi projesi geliştirdiler. TÜBA bir bilim kuruluşu ama bu işi bir görev edindi ve bu işin en iyi müşterileri olarak da öğretmenleri seçtik.” dedi.

“Türkiye’de eğitimin sorunu öğretmen sorunudur”
“Eğitimin kilit taşı müfredat mıdır? Öğretmen midir?” sorularının sürekli dile getirildiğini ve bir çok eğitimcinin de müfredatın, eğitimin kilit taşı olduğuna inanıyor olduğunu söyleyen Prof. Safran, “Ben bu meslekten biri olarak eğitimin kilit taşının öğretmen olduğunu söylüyorum. Müfredat, bir tiyatro metnidir, bu metni yazarsınız fakat oyuncu amatör ise bu oyunu oynayamaz. Shakespeare’in Hamlet’i çok güzel bir eser. Benim gibi amatör birçok tiyatrocuyu götürün, güzelim eseri perişan eder. Müfredatlar da bir tiyatro eseri gibidir. İyi yetişmiş öğretmenlerin elinde hiç müfredat olmasa da o sınıfı çok rahat bir şekilde eğitecek bir donanıma sahiptir. Nitekim doğaçlama yapan iyi tiyatro sanatçıları hiç metin olmadan da insanları ve seyirciyi gayet iyi yönetebilir.” dedi.

2004 yılında Türkiye’de değişen müfredatta kısmen payı olanlardan biriyim diyen Safran, “Siyasi iktidara müfredatın güzel olduğunu fakat öğretmenlerin bu sisteme göre yetiştirilmediğini ifade ettik. Yapılandırmacı yaklaşım ile yola çıkmıştık, dolayısıyla önce öğretmene eğitim verilmesi ve ardından müfredatın öğretmenlere iletilmesi gerektiğini vurguladık. Eğer 2004 müfredatında bir takım eksiklikler söz konusuysa, bahsi geçen öğretmen eğitiminin yapılmamış olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de eğitimin sorunu öğretmen sorunudur; öğretmenin kalitesi, iyi yetiştirilmesi ve öğretmenin hizmet içinde mesleki gelişimini sağlama sorunudur. Biz TÜBA olarak bu projeyle öğretmenlerimize verdiğimiz uygulamalı bilim eğitimi programı sayesinde çocuklarımız yaşayarak, görerek öğrensinler istiyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde eğitimin kalitesi öğretmen kalitesinin üzerinde değildir. Bizim çok büyük bir coğrafyamız var, dünyadaki öğretmen sayısı açısından 23 bin öğretmenle 3. ülkeyiz. Bu öğretmenlerin eğitimi artık uzaktan eğitim sistemiyle sağlanmalı. Öğretmenlerimiz istediği zaman istediği yerde bilgiye ulaşabilmeli. TÜBA ve MEB, 5 ayrı dalda uygulama başlattı. Geçtiğimiz dört uygulamada sizlerden aldığımız dönütler doğrultusunda eksikliklerimizi düzelterek projeyi gerçekleştirmeye devam ediyoruz.”

“Burada gördükleriniz sizlere ufuk açacaktır”
MEB Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel Müdürü Doç. Dr. Semih Aktekin, MEB tarafından 2016 yılında 250 civarında farklı programla yüz yüze eğitim gerçekleştirildiğini ve bu programlara yaklaşın 30 bin öğretmenin katıldığını ifade ederek başladığı konuşmasına şöyle devam etti “Mahalli ve uzaktan eğitimle yürüttüğümüz faaliyetleri de hesaplarsak bahsi geçen eğitimlere 1 milyondan fazla katılım söz konusu. İstediğiniz kadar eğitim reformu yapın, kağıt üzerinde şık düzenlemeler gerçekleştirin, bunların sınıfa yansımasını öğretmenin niteliği belirliyor. Öğretmenler herhangi bir değişim çabasını içinde değilse ya da bahsi geçen değişimi içselleştirmemişse hiçbir eğitim girişiminin başarılı olması mümkün değil. Bakanlığımız da bu bilinçten hareketle özellikle öğretmen niteliğini artırmaya dönük çeşitli faaliyetler yürütüyor ve ana paydaş olarak da eğitim fakülteleriyle çalışıyor. TÜBİTAK, TÜBA ve farklı Sivil Toplum Kuruluşları’yla (STK) yaptığı protokoller çerçevesinde faaliyetleri her geçen gün zenginleştiriyoruz.

TÜBA ile yürüttüğümüz bu program diğerlerinden farklı; değişik bölgelerden üniversitelerimizin ev sahipliğinde çalışıyor, üniversitelerin alt yapılarını kullanıyoruz. Programa katılan öğretmen sayısını sınırlı tutuyoruz; küçük gruplar şeklinde çalıştay formatında bir içerik oluşturuluyor.”

Öğretmenlik profesyonel bir meslektir; yani meslek sahibi kendi alanında derinlemesine bilgi sahibidir ve bu bilgiyi de okul şartlarına uyarlayarak kullanabilme becerisine sahiptir diyen Aktekin, öğretmenin önüne gelen ders kitabı ya da müfredatı, hiç sorgulamadan, eleştirmeden aynen uygulamasını istemediklerinin altını çizdi ve “Bu müfredatın yorumlayıcısı olmanızı istiyoruz. Şartlarınıza uyup uymadığının kontrolünü yapmanızı ve sonra bu müfredatı kendi sınıf ve ihtiyaçlarınıza göre dönüştürerek kullanmanızı istiyoruz. Profesyonel anlamda bu eğitimler entelektüel kapasitenize yatırımdır. Burada gördüklerinizi birebir uygulayın demiyoruz, ama burada gördükleriniz sizlere ufuk açacak, başka uygulamalara örnek sağlayacak. Bu sayede daha geniş bir bakış açısıyla sınıflarınıza döndüğünüzde, yenilikçi bir yaklaşımla derslerinizi işlemenizi bekliyoruz.” dedi.

“Genç nesli, eleştirel ve sorgulayıcı düşünce becerileriyle yetiştirmemiz lazım”
Türkiye’nin olağanüstü bir dönemden geçtiğini söyleyen ve şu anda adı konulmamış bir üçüncü dünya savaşı yaşandığını dile getiren Aktekin, bu savaşın hedeflediği ülkelerden biri olan Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve askeri anlamda saldırı altında olduğunu vurguladı.

“Bu saldırılardan çıkarmamız gereken dersler olduğunu düşünüyorum. Geçtiğimiz yıl 15 Temmuz ile birlikte Türkiye’yi bir işgal girişimi söz konusu oldu. Bu işgal girişiminde küresel güçlere taşeronluk yapan grup, uzun seneler boyunca Türkiye’de toplumsal meşruiyetini eğitim alanında sağladı. FETÖ grubu 30-40 yıl boyunca siyasiler, bürokratlar, medya, veliler, öğrenciler ve dolayısıyla eğitime yaptığı yatırımlarla göz boyayarak meşruiyet kazandı. Bu grubun okulları, dershaneleri uzun seneler boyunca bilim olimpiyatlarında soru çalararak, kamplarında yoğun çalışmalar yürüterek ödüller kazandı. Kazandıkları bu meşruiyet sonucunda geldikleri nokta, Türkiye’ye verdikleri zarar ortada. Bu süreçte eğitimci olarak çıkaracağımız dersler olmalı. Bu küresel güçlerin taşeronluğunu yapan isimlere baktığımızda; gezi sürecinden itibaren bu gruplar bu süreçte kullanıldı. Diğer yandan doğu ve güneydoğudaki gençlerimiz yine devşirilerek devlete karşı kullanıldı. 15 Temmuz’da yine aynı şekilde devşirilmiş gençler piyasaya sürüldü. Bu insanlarla her ne kadar devlet mücadele ediyorsa bile bu çocuklar sonuç olarak bu milletin kaynaklarıyla okumuş, bizlerin öğrencisi olmuş çocuklar. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de benzer şeylerin yaşanmaması için, genç zihinlerin başka güçler tarafından Türkiye’ye, milletimize karşı kullanılmaması için tedbirler almamız gerekiyor. Düşman karşımıza Hans adıyla değil, Abdullah, Fethullah olan isimlerle çıkıyor. Sonunda biz İstanbul Üniversitesi’nin, Marmara Üniversitesi’nin ve diğer okulların öğrencileriyle mücadele ediyoruz. FETÖ grubunda kendi devletimizin hakimi, savcısı, polisi ile mücadele ederek devleti ayakta tutmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla genç nesli, eleştirel ve sorgulayıcı düşünce becerileriyle yetiştirmemiz lazım. Attıkları adımın Türkiye’ye mi yoksa başka güçlere mi yaradığını sorgulayacak donanımda yetiştirmemiz lazım. Ortaya çıkan seküler ya da değil fanatik grupların oyuncağı olmayacak nesiller yetiştirmeliyiz. FETÖ, IŞİD gibi din istismarcısı ya da DHKP-C gibi seküler örgütler tarafından veyahut da farklı STK’lar aracılığıyla zihinleri devşirilemez, bu ülkeye bu vatana karşı kullanamaz çocuklar yetiştirmeliyiz.”

Doç. Dr. Aktekin, öğretmenlere bu gruplardan daha fazla sabır, enerji ve motivasyonla yatırım yapmalarının beklendiğini söyledi ve “Bu yatırımı yapmanız için gereken entelektüel donanımı da bu programlarla sizlere vermeye çalışıyoruz. Eğer bu yapmazsak önümüzdeki yıllarda yeni 15 Temmuz’lar yaşamayacağımızın garantisi yok. 15 Temmuz gecesi bu milletin hamurunun ne kadar sağlam olduğunu gördük. Dolayısıyla bu milletin çocuklarını iyi yetiştirmek bizim sorumluluğumuz. Bunu yapmak zorundayız.” dedi.

“İstanbul Üniversitesi olarak sinerjiyi takip ediyoruz”
İstanbul Üniversitesi’nin en önemli sorumluluğunun mevcut kapasitesini tüm paydaşlarla paylaşmak olduğunu söyleyen rektör Prof. Mahmut Ak ise, “Gerek devlet gerekse sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliğine her zaman açığız. Biz en özlü ifadeyle “Bir elin nesi var iki elin sesi var sözünden hareketle, sinerjiyi takip ediyoruz. Ne kadar çok olursa olsun kendi gücümüzün yapımız içerisinde sınırlı kalacağının bilincindeyiz. Bu itibarla, her alanda bize en yakın en güçlü paydaş kim ise, onunla iş birliğini her zaman geliştiriyoruz. Bu vesileyle doğal olarak YÖK’ün bağlı olduğu tüm unsurlarla iş birliği içerisindeyiz ama MEB’le özellikle son yıllarda öğretmen akademileri, dil öğretimi ve benzeri pek çok konuda çok değerli iş birliklerimiz oldu. Üniversitedeki bilgilerin hep raflarda kaldığı söylenir, hâlbuki biz burada oluşan bilgi ve birikimin doğrudan uygulamaya yansıyacak olan iş birlikleriyle daha da anlam kazanmasını istiyor ve bunun için de çalışıyoruz. Bu amaçla “Uygulamalı Bilim Eğitimi” tam da toplumumuzun ihtiyaç duyduğu bir program. Elimizde çok kıymetli bir genç nesil var. Bu genç nesil bizden basmakalıp bilgileri duymak istemiyor, hemen kullanabileceği, aktarabileceği bilgiyi edinmek istiyor” dedi ve bu doğrultuda Uygulamalı Bilim Eğitimi Kursu gibi toplantı ve çalışmaların sayısının artırılmasının gerekliliği üzerinde durdu.

TÜBA Asli Üyesi Prof. Dr. Şinasi Gündüz’den “Dinlerin Temel Mesajı ve Bir Arada Yaşama Kültürü” konferansı
Kurs programında ayrıca Çarşamba günü TÜBA Asli Üyesi Prof. Dr. Şinasi Gündüz “Dinlerin Temel Mesajı ve Bir Arada Yaşama Kültürü” adlı konferansını gerçekleştirdi.

Özü itibarıyla insanın kurtuluşunu ve esenliğini amaç edinen dinsel geleneklerin çatışma, şiddet ve terörle bir arada anılır hale gelmesinin dinin temsil ettiği değerler dikkate alındığında ciddi bir paradoks olduğunun altını çizen Prof. Gündüz, dindarlığın dinin inanç, ibadet ve ahlaka yönelik öğretilerine dair bir samimiyetin ve adanmışlığın ifadesi olduğunu söyledi.

“Bütün dinler bağlılarına bir hakikat ve kurtuluş öğretisi sunar. Dinlerin hakikat öğretileri esas itibarıyla metafizik âleme, insana ve evrene ontolojik, epistemolojik, eskatolojik ve soteriolojik açıklamalar sunmaktadır. Her inanç sistemi inanan bireye temsil ettiği hakikat öğretisi doğrultusunda bir kurtuluş mesajı da sunar. Dinler temsil ettikleri hakikat ve kurtuluş öğretileri doğrultusunda insanlara yönelik değerlendirmelerde bulunur. Dinlerin hakikat ve kurtuluş öğretilerini dışlayıcılık, kapsayıcılık ve çoğulculuk şeklinde üç kategoride ele almak mümkündür.

Bütün dinsel geleneklerin insanlara yönelik ahlaki mesajlar öngördüğü bilinmektedir. Cana kıymamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, yalan söylememek, iftira atmamak ve ana-babaya iyi davranmak gibi ahlaki ilkeler tüm inanç sistemlerinde ortaklaşa bir husus olarak dikkati çeker. Dinlerin temel amacı insanlar arasında bu ilkeler doğrultusunda bir sosyal yaşamın oluşturulmasıdır. Yine bütün dinsel geleneklerde, dinler tarihinde “altın kural” olarak adlandırılan “kendin için istediğini başkaları için de iste” ilkesi önemli bir ahlaki düstur olarak kabul edilmektedir. İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan Budizm ve Hinduizme kadar hemen hemen her inanç sisteminin temel referanslarında bu ilke bir şekilde dile getirilir.”

“Tarih boyu dinlerin şiddetin hem öznesi hem de nesnesi oldukları bilinen bir gerçektir”
Prof. Dr. Şinasi Gündüz öğretmenler ve akademisyenler tarafından ilgiyle takip edilen konferansında dinlerin, en azından belirli dini geleneklerin, insanın esenliğini ve kurtuluşunu gaye edinen özelliklerine rağmen günümüzde şiddet ve terörle, nefret diliyle ve ayrımcılık ve ötekileştiricilikle bir arada anılıyor olmasının gerçekliği üzerinde durdu ve “İçinde bulunduğumuz coğrafyada dinlerin ve dinsel farklılıkların şiddete ve teröre malzeme yapılmasının yol açtığı ciddi sorunlarla karşı karşıyayız. Din ve şiddet ilişkisine dair iki perspektifin sosyal bilimler alanında tartışıldığı bilinmektedir. Bu yaklaşımlardan ilkine göre bizzat dinin kendisi değil, fakat «din etiketi» “dinsel şiddet” olarak tanımlanan tutum ve davranışları meşrulaştırmaktadır. Diğerine göre ise şiddet bizzat dinin, en azından belirli dinlerin yapısından kaynaklanmaktadır.” dedi.

Prof. Gündüz sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Tarih boyu dinlerin şiddetin hem öznesi hem de nesnesi oldukları bilinen bir gerçektir. Nitekim dinlerin tarihinde mezhep çatışmalarının, kutsal savaşların, zorla din değiştirme hadiselerinin, cadı avlarının ve sapkın ya da heretik olarak nitelenen kişilere ve gruplara yönelik baskıların ve takibatların yaşandığı bilinmektedir. Şiddet, nefret dili ve farklılıkların ötekileştirilmesinde dinin meşruiyet malzemesi olarak kullanılmasının nedenleri incelendiğinde birçok husus dikkati çeker. Bunlardan ilki dini geleneklerde “haklı savaş” ya da “cihad” gibi kavramsallaştırmalarla belirli şartlara bağlı olarak da olsa şiddetin ve çatışmanın meşrulaştırılmasıdır. İkincisi; Dinsel farklılıkların ön plana çıkarılması ve bu farklılıkların birer çatışma vesilesi olarak görülmesi, ekonomik sorunlar ve bunun sonucu toplumlarda farklı kültürlere karşı oluşan önyargılar ve kapalı toplum anlayışı gibi sosyal ve kültürel nedenlerdir. Üçüncüsü; Küreselleşme sürecinin yol açtığı sorunlar ve kaygılarla toplumlarda yaşanan kaos ve siyasal çekişme ortamlarına başlı olarak gelişen durumlardır. Dördüncüsü ise; dinsel metinlerin şiddeti meşrulaştırma yönünde parçacı bir okumaya tabi tutulması, seven, bağışlayan ve merhamet eden Tanrı anlayışı yerine cezalandıran, gazap eden Tanrı anlayışının ön plana çıkarılması ve şiddet içerikli eskatolojik beklentiler içinde olunması gibi dinsel ve teolojik yorum ve yaklaşımların ön plana çıkarılmasıdır.”

Bir buçuk saati bulan konferansta, bir arada barış içinde yaşama kültürünün tesisi için güzel ahlak, adalet, iyilik, doğruluk, kötülükten uzak durma gibi dinsel geleneklerin temel ahlaki değerlerinin vurgulanması, farklılıklara yönelik olarak tanımlama değil tanıma ve anlamanın ön plana çıkarılması, tanımlama yerine birbirini tanıma ve anlama yoluyla önyargılardan arınılması ve farklılıkların ortak aklın üretimine yönelik medeniyet inşasında bir zenginlik olarak görülmesi gerekliliği vurgulandı.